top of page

KEMALİSTLER KIBRIS SORUNUNA NASIL BAKMALI?

  • Yazarın fotoğrafı: Kemalist Kıbrıs
    Kemalist Kıbrıs
  • 4 Oca 2022
  • 18 dakikada okunur

Yazan: Ali ERGENDEDEOĞLU (ODTÜ KKK ADT)


Kıbrıs Türk Varoluş Mücadelesi'nin tarihi üzerine yapılan çalışmalar mücadelenin başlangıç tarihi olarak kimi zaman farklı tarihleri seçerler. Bazı kaynaklara göre mücadele, EOKA'nın ortaya çıktığı tarih olan 1955'te başlamıştır. Bazı kaynaklara göre ise Kıbrıs Türk Varoluş Mücadelesi'nin ilk düzenli ve silahlı örgütlenmesi olan Türk Mukavemet Teşkilatı'nın kurulduğu yıl olan 1958, mücadelenin miladı kabul edilmektedir.


Ancak, ne Rumların Enosis talebi ne de Kıbrıs Türklerinin adadaki varlıklarını sürdürebilme mücadelesi, yaklaşık 70 yıllık bir tarihe sahip. 1878 yılının 12 Temmuz günü, İngiliz kuvvetleri adaya ilk ayak bastıklarında, yaklaşık yüz yılı aşacak bir karşılıklı mücadele halinin ilk fitili ateşlenmiş, Kıbrıs Türk halkının özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi başlamıştır.


Bu tarihi mücadelenin "ulusal bir dava" olduğunu bilincimizden çıkararak, Yunan-Rum irrendalizminin ve emperyalizmin Kıbrıs üzerindeki planlarını doğru okumadan Kıbrıs meselesi hakkında görüş üretmeye çalışmak, bilimselliği olmayan sadece söylemde kalan bir yaklaşım yaratmaktan ibaret kalır.

Bugün bizlerin yani Kemalistlerin, Kıbrıs meselesine ilişkin yeterli analiz yapmadan görüş üretmeye çalışması, ulusal davamız olan Kıbrıs davasına yalnızca ve yalnızca zarar verir. Bu noktada bu çalışma Kıbrıs meselesine Kemalistlerin nasıl bakması gerektiğinin tartışmasını yapılacaktır.


Kemalizm, Uluslararası İlişkiler ve Kıbrıs Meselesi

20.Yüzyıl, insanlık tarihinin her alanında birçok şeyin değiştiği, dönüştüğü 100 yıllık bir sürece sahne oldu. Bu değişimlerin siyasal bağlamda ilki ve en büyüğü, I.Dünya Savaşı sonrasında yaşananlardı. İnsanlığın ilk dünya savaşı sonrası değişen siyasi ve ekonomik iklim sadece, devletlerin sınırlarını, üretim ilişkilerini ve ekonomik yaşamlarını etkilemekle kalmadı. Aynı zamanda devletlerarası ilişkilerin nasıl şekillendiğini ve şekillenmesi gerektiğine dair görüşlerin ayrışmasına ve bu alanda iki farklı akımın ortaya çıkmasına neden oldu.


Bu akımlar, Realizm ve Liberalizm idi. Realist görüş ve yaklaşımların kökeni her ne kadar I.Dünya Savaşı öncesi döneme kadar gitse de Liberalizm bu alanda yeni bir akımdı. Uluslararası İlişkiler disiplininde Liberalizm görüşü Büyük savaştan (I.Dünya Savaşı) sonra 1920'li yıllarda ortaya çıkmış, insanlığın ikinci bir dünya savaşı görüp görmeyeceğine ilişkin ciddi ve iddialı tahminlerde bulunmuştu.


Liberallere göre, I.Dünya Savaşı daha önce hiç dünya savaşı deneyimlememiş insanlığa özellikle de Avrupa ülkelerine önemli bir ders vermiş ve onlara savaşın yıkıcılığını göstermişti. Bu noktada Liberalizm, artık devletler arası bu boyutta bir savaşın beklenemeyeceğini, kapitalizmin gelişmişliğe ile orantılı olarak, piyasanın genişleyeceğini, bu genişlemenin de devletlerin birbirlerine daha bağımlı hale getirdiğini bu sebeple de bu tip bir bağımlılığın devletleri birbirleriyle savaşmaktan alıkoyacak bir etmen olduğunu savundu. Uluslararası organizasyonlar çatısı altında devletlerin işbirliği yaparak, aralarındaki çatışma halini çözüme kavuşturabileceğini ifade etti. Liberallere göre, insan doğası savaşmaya eğilimli bir varlık değildi ve I.Dünya Savaşı gibi bir deneyim, insanlığın yeni bir dünya savaşına girişmesinin önüne geçecekti.


Öte yandan Realistler, Liberallerin bu tezlerine şiddetle karşı çıktılar. Hobbes'un insan doğasına ilişkin görüşlerinden hareketle, insan doğasının esasında bencil ve çıkarcı olduğunu ("Homo Lumini Lupus") bu nedenle de savaş ihtimalinin her zaman gündemde olabileceğini, bir ülkenin güvenliğini sağlamak adına caydırıcı güç olma özelliğini sürdürmesi gerektiğini savundular. Liberalizm'in uluslararası organizasyonlara ve devletler-arası işbirliği konseptlerine "fazla" güvendiklerini ifade ettiler ve kapitalizmin gelişmesi ile piyasanın genişlemesi ve bunun sonucunda oluşacak ekonomik bağımlılığın yeni bir dünya savaşından kaçınılmasını salık veren etmenler olmadığını savundular.


Uluslararası İlişkiler teorilerinin en ciddi tartışmalarından olan bu tartışmada Realistlerin elini güçlendiren olay, 1 Eylül 1939 tarihinde II.Dünya Savaşı'nın başlaması oldu. Milletler Cemiyeti vb. organizasyonlara oldukça güvenen, kapitalizmin gelişmesinin dünya çapında ortaya çıkacak bir savaşı engelleyeceği kanaatinde olan Liberaller, büyük bir teorik yenilgiye uğradılar.


Uluslararası İlişkiler Teorilerinin en eski ve başat akımları olan Realizm ve Liberalizm'i bu makalede ele almamın temel nedeni yine bu teorilerle aynı yılda ortaya çıkmış bir ideoloji olan (teori değil) Kemalizm'in Uluslararası İlişkiler'e bakışını analiz etmek ve bu bağlamda bu teorilerle olan benzerlik ve farklılıklarına dikkat çekerek, Uluslararası ilişkilerde ne türlü yollar izlenmesi gerektiğine dair düşünsel birikimine başvurmaktır.


Kemalizm, kendi içinde tutarlı ve kapsamlı bir ideoloji olmasına karşın, Uluslararası İlişkiler alanında bir teori geliştirme çabası içine girmemiştir. Bunun en temel ve birincil sebebi, Kemalizm'in küresel bir analizden ziyade ulusal çapta bir analize öncelik vermesi ve o dönem yeni kurulmuş bir ulus-devlet olan Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığı ve güvenliğini öncelemesiye ilintilidir. Ancak bu noktada Kemalistler, ne Liberaller gibi belirli devletlerin hegemonyasının bulunduğu uluslararası kurum ve kuruluşların tek başına uluslararası sorunları çözebileceğine, ne de Realistler gibi uluslararası sorunları çözmenin tek yolunun askeri caydırıcılık olduğuna inanıyorlardı. Kemalistlere göre diplomasi ve caydırıcılık birbirini tamamlayan, eğer biriyle sonuç alınamazsa diğeriyle sonuç alınabilecek enstrümanlardı.


Bu noktada, Kemalizm'in dış politika alanındaki politikalarını şekillendiren en önemli etmenlerden birisi, çağın şartlarına uyum sağlamak diğeri de mevcut konjonktüre göre pozisyon alarak hamle yapmaktır. Bu bağlamda Kemalizm, Osmanlı'nın yıkılış dönemlerinde çıkmış akımlar olan Pan-Türkizm (Turancılık) ve Pan-İslamizm (İslam Birlikçiliği) gibi akımların geniş coğrafyalarda ırk veya dinsel inanç ortaklığı temelli geniş imparatorluklar inşa etme hayallerine karşı çıkmıştır. Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk (Söylev)'ta bu iki akıma yönelik eleştirilerinde şu ifadeleri kullanmıştır:


"Pan-İs­lâ­mizm.. Pan-Tu­ra­nizm si­ya­se­ti­nin başarılı olduğu­na ve dünya üzerinde uygulanabildiğine tarihte tesadüf edilmemektedir (...) Bizim açık ve uygulanabilir gördüğümüz siyaset ulusal siyasettir. Dünyanın bugünkü şartları ve yüzyılların akıllarda ve karakterlerde biriktirdiği gerçekler karşısında hayalperest olmak kadar büyük hata olamaz. Tarihin ifadesi budur, bilimin, aklın, mantığın ifadesi böyledir."


Bu noktada Kemalistlerin, kendi ulusal sınırları içerisinde var olan vatan toprağını korumayı birincil öncelik olarak kabul ettiği, yayılmacı ve irrendalist politikaları, dış politikada tercih etmediği görülür.


Ancak bu noktada, Kemalistlerin, dış politika sahasında kendi içine kapanık, dış dünyayla bağlantısını tamamen koparmış bir devlet tasarısı da öngörmediği ifade edilmelidir. Özellikle coğrafya olarak Orta Doğu gibi emperyalizmin plan ve taktik sahası olmuş bir bölgede, Kemalizm'in kendi ulusal sınırlarını korumayı, barışı mümkün olduğu müddetçe sürdürmeyi ve ancak gerektiğinde de ulusal çıkarlara zarar verecek her türlü durum ve eyleme karşı müdahale etmeyi ulusal bir görev olarak kabul ettiği açıktır. Bu noktada, Kıbrıs, Türkiye için hayati bir konumda bulunmaktadır.


Mustafa Kemal Atatürk, Kıbrıs'ın jeopolitik önemini, 1937'de Antalya civarlarında katıldığı bir askeri tatbikatta şu sözlerle ifade etmiştir;


“Efendiler, Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece bu bölgenin ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için önemlidir.”


İngilizler'in "Böl ve Yönet"i, "Enosis" ve Kıbrıs Türk Varoluş Mücadelesi'nin Başlangıcı:


1878 Berlin Antlaşması öncesinde Osmanlı ile İngiltere arasında yapılan antlaşma ile Kıbrıs, İngilizlere "geçici olarak" kiralandığında, İngiliz siyaseti, Kıbrıs'ı ele geçirmenin kendi çıkarlarına uyup uymadığını tartışıyordu. O dönem, Kıbrıs'ın İngiltere idaresine geçmesi için çalışmalar yapan dönemin İngiltere Başbakanı Benjamin Disareli, hükümetinin Kıbrıs'ı ele geçirme konusundaki siyasi amacını açıklarken, Kıbrıs'ın İngilizler için önemini şu tek cümleyle ifade etmişti:


"Kıbrıs, Batı Asya'nın anahtarıdır."

Zira, İngilizler Kıbrıs'ı sıradan bir ada olarak değil, sömürgelerine ulaşmak için kullandıkları rota üzerinde yer alan önemli ve stratejik bir "üs" olarak görüyorlardı. Bu sebeple de adaya ayak bastıkları gün, Osmanlı'yla yaptıkları antlaşma metnindeki "geçici" ifadesine bağlı kalmayacaklarını içten içe biliyorlardı. Bu bağlamda, Adada kalıcılaşmanın adımlarını da atmakta gecikmediler. Kıbrıs Türklerini anavatanlarından koparmaya çalışan İngilizlerin, ilk hamleleri adadaki diğer toplum olan Kıbrıs Rumlarını, Türkler yerine kamu kurumlarında kritik görevlere getirmek oldu. Kıbrıs Rumları, İngilizlerin adaya ayak basmasını sempatiyle karşılamış, İngilizlerin kendilerine gelecekte Enosis'i vereceğini ve böylece kendilerinin Kıbrıs'ta 1821 yılından beri devam eden Enosis mücadelesini başarıya ulaştıracaklarını düşünmüşlerdi. 12 Temmuz 1878 günü Lefkoşa'daki Baf Kapısı'nda Türk bayrağı indirilip, Britanya bayrağı göndere çekilirken "Enosis" sloganı atan Rumlar için bu ulaşılması yakın olan bir hayal gibiydi.


Ancak İngilizler, planı farklı kurdular. Rumları, kamu görevlerinde üst noktalara getirmekteki amaçları, adadaki Osmanlı idaresi'nin tüm izlerini silmek, o idareden kalan Kıbrıs Türk halkını da etkisizleştirmekti. 1882'de kurulan Kavanin Meclisi'nde dahi Türklere sadece 3 sandalye verilmiş, Rumlar 9, İngilizler ise 6 sandalye elde etmişti. Yani kısaca, İngilizler, bütün sömürgelerinde yaptıkları gibi "divide&state" yani "böl ve yönet" stratejisi ile Türkleri etkisiz kılarak, Rumları öne çıkarmışlar, Rumların Enosis taleplerini açıktan reddetmeseler de alttan alta kendi planlarını hayata geçirmişlerdi. Bu durumu ifade eden bir olay da Kavanin Meclisi'ndeki Rum üyeler tarafından 1893'te İngiliz Sömürge İdaresi Yüksek Komiserliği'ne verilen ve Kavanin Meclisi'nde Enosis tasarısının görüşülmesine dair dilekçeydi. Dilekçeye "Enosis istiyorsanız, Türklere de sorun" diyen İngiliz idaresi bu cevaptaki amacı, Kıbrıs Türklerinin haklarına saygı duyduğu için değil, Rumların Enosis talebini sönümlendirmek ve bunu yaparken de Rumlara "Enosis'in önündeki engel Türkler" mesajını vermekti. 1931 yılında çıkan Enosis İsyanı ise, İngilizlerin, Rumlara yönelik politikalarında değişikliğe gitmesine yol açtı. Ancak isyanı başlatanlar sadece Rumlar olmasına karşın, Türkler de İngilizlerin baskıcı politikalarından nasibini aldı. Örgütlenme ve basın-yayın hakları ellerinden alındı, kendi hak ve hukukunu savunabileceği her türlü mecraadan mahrum bırakıldı ve bu süreç II.Dünya Savaşı sonrası döneme kadar devam etti.


İngiliz Sömürge İdaresi'nden Ortak Cumhuriyet'e Geçiş Devresi:

II.Dünya Savaşı sonrası süreçte dünya genelinde başlayan de-kolonizasyon süreci, Rumların Enosis taleplerinin yeniden gündeme getirmesine neden oldu. İngilizlerin en nihayetinde adayı terk edeceğini bu sebeple adanın Yunanistan'a bırakılması gerektiği görüşünü yeniden yüksek sesle dillendirmeye başladılar.


1950 yılında Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi öncülüğünde, yapılan "sözde" bir halk oylaması ile "Kıbrıslıların Enosis talep ettiği" iddiasını ortaya atıldı. Halkoylamasını Kıbrıs Türklerinin boykot etmesi görmezden gelindi. Amaç; Kıbrıs Rumlarının talebi "tüm Kıbrıslıların talebi" gibi uluslararası kamuoyuna sunarak, self-determinasyon ilkesini istismar edip Enosis'in önünü açmaktı. Ancak İngiltere, yine bu talebin önünü kapattı. Bu durum Yunanistan destekli bir Enosis Terörizmi'nin Kıbrıs'ta başlamasının gerekçesi oldu.


İlk terör eylemini 1 Nisan 1955'te gerçekleştiren EOKA terör örgütü, Kıbrıs'ı terör dönemiyle tanıştırdı. İlk başta İngilizlere yönelen terör kampanyası, zamanla adadaki diğer toplum olan Kıbrıs Türklerine karşı uygulanmaya başlandı. Türkler kendilerini korumak için Türkiye desteğiyle Türk Mukavemet Teşkilatı'nı kurarak faaliyete geçirdi. Türkler, adanın Enosis'le Yunanistan'a bağlanması ihtimaline karşın önce adanın eski devleti olan Türkiye'ye bağlanmasını talep ettiler. Daha sonra bu talep "Taksim" yani adanın ikiye bölünerek iki toplumun da kendi kaderini tayin hakkı çerçevesinde iki ayrı bölgede yaşamalarını öngören bir siyasi değişim talebine dönüştü. Özünde Taksim, Kıbrıs Türklerinin Kıbrıs sorununu ortadan kaldırmak adına geliştirdikleri bir çözüm yoluydu. Ancak bu çözüm yolu Rumlarca kabul görmedi. Rum liderliği "Taksim'i Kıbrıs'ı bölerek, Türkiye'nin adanın işgaline zemin hazırlayan bir plan" olarak dünyaya lanse etti. Bu süreçten sonra, siyasi baskılarla beraber Kıbrıs Türkleri'ne yönelik sosyal baskılar da artış gösterdi. Kıbrıs Türkleri, "Türkten Türk'e Kampanyası" ve "Yerli Malı Kullanıyoruz" kampanyaları ile kendilerine yönelik ambargoları kırmaya çalıştı. Artık, Kıbrıs Rumlarıyla sadece silahlı değil, siyasi ve ekonomik alanda da mücadele etmek zorunda kaldı.


1959 ve 1960'ta Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında yapılan Zürih ve Londra Antlaşmaları ile adadan İngiliz Sömürge İdaresi'nin geri çekilmesi ve adada iki toplumun yani Kıbrıs Türkleri ve Rumlarının birlikte yaşayacağı ortak bir cumhuriyetin kurulmasına karar verildi. 16 Ağustos 1960 yılında kurulan ortak cumhuriyet, anayasal yapısı itibariyle iki toplumu eşit statüde kabul ediyor ve bu statünün yarattığı haklar ve ortak cumhuriyetin varlığı "garantör devletler" sıfatıyla Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallık tarafından garanti altına alınıyordu.


Ancak daha bu antlaşmalar imzalanmadan önce Kıbrıs Türk halkını temsil etmek için Londra'ya giden Dr.Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş'ın dönemin Türkiye Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu'ya söyledikleri;"Makarios bu anayasayı uygulatmaz" sözü, kısa zamanda gerçeğe dönüştü.


Kıbrıs Rumları, anayasanın Türklere fazla haklar tanıdığı gerekçesiyle, anayasal hükümleri ve kurumları işletmemeye, ve anayasada Türklerin haklarını koruyan maddelerin değiştirilmesini gündeme getirmeye başladı. 1962'de Ankara'yı ziyaret eden Makarios'un anayasanın değiştirilmesi teklifini dönemin Türkiye Başbakanı İsmet İnönü'ye sunması ancak İnönü'nün sert bir dille öneriyi reddetmesi, 1963 Aralık'ın da Kıbrıs Türklerine yönelik yeni bir terör dalgasının başlamasına neden oldu. Sadece Kanlı Noel Olayları'nda Kıbrıs Türkleri 103 köyden göç etmek zorunda kaldılar. Yaklaşık 18 bin Kıbrıs Türkü göçmen durumuna düştü. 1960-63 arası süreçte güçlenen Kıbrıs Türk ekonomisi ciddi zarar gördü. Birçok insan evini, yurdunu, tarlasını ve dükkanını kaybetti. Artık Kıbrıs Türkleri için 1974'e kadar sürecek olan terör ve hayatta kalma mücadelesi dönemi başladı.


Bu noktada 1967 yılında yaşanan kriz*den sonra 1968 yılında yapılan ilk toplumlararası müzakerede taraflar yasama, yürütme, güvenlik vb. konularda uzlaşmaya çalışsa da sonuç alınamadı. Görüşmelerin başarısız olmasında Rum tarafının statükoyu kendi lehine değiştirerek, 1963'te gasp ettikleri ortak cumhuriyeti, tamamıyla bir Rum devleti haline dönüştürme çabasının etkisi vardı. Nitekim, toplumlararası çatışmalar ve özellikle de Kıbrıs Türklerine yönelik terör sona ermedi. Ta ki 1974 Temmuz'una kadar. 20 Temmuz 1974'te başlayan Kıbrıs Barış Harekatı ile birlikte Kıbrıs Türkü özgürlük ve bağımsızlığına kavuştu. 15 Kasım 1983'te ilan edilen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ise onun özgürlük ve bağımsızlığının simgesi ve en net ifadesiydi.


Önümüzdeki Yeni Mücadele Alanı ve Ulusal Görev: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni Tanıtmak:

1974 Kıbrıs Barış Harekatı'nın hemen ardından 13 Şubat 1975'te Kuzey Kıbrıs'ta kurulan Kıbrıs Türk Federe Devleti, harekat sonrası Kıbrıs'ta oluşacak yeni paradigmanın ilk işaretiydi. 1976-1977 yılları arasında Türk ve Rum tarafı arasında yapılan müzakerelerde sonuç alınamaması, adada sözü edilen iki bölgeli federasyonun kurulamayacağını da gözler önüne serdi.


1974 Kıbrıs Barış Harekatı'nın 1. ve 2.safhaları arasında yapılan Cenevre Görüşmelerinde, Türk tarafının toprak dağılımı, idari dağılım vb. konulardaki önerilerini kesin dille reddeden Rum liderliğinin, sadece "Türk askeri adadan çıksın, sonra ne olursa olsun" anlayışı, Kıbrıs'ta iki bölgeli iki toplumlu bir çözüm olma olasılığını neredeyse sıfıra indirmişti. 1977-79 Doruk Görüşmelerinde Kıbrıs Türk Federe Devleti Rauf Denktaş'ın, Makarios ve Klerides'le yaptığı müzakerelerde Rum tarafının gösterdiği tavır, bu olasılığın artık ortadan kalktığını gözler önüne serdi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK)'nin Kıbrıs Türk halkının hak ve hukukunu hiçe sayarak, Türkiye'nin adaya 1974 Barış Harekatıyla gerçekleştirmiş olduğu yasal müdahalesini "işgal" olarak nitelendiren bir karar yayınlaması, Kıbrıs sorununun uluslararası kurum ve kuruluşlar eliyle çözülemeyeceğini bir kez daha gösterdi ve Kıbrıs Türk halkı, kendi kaderini tayin etme hususundaki kararlığını göstererek 15 Kasım 1983 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni kurarak bağımsız ve egemen bir toplum olduğunu bütün dünyaya ilan etti. Ancak, dünya kamuoyu özellikle de süper güçlerin (ABD ve Sovyetler Birliği)'nin Rum tezlerini destekleyici tutumu karşısında her zaman olduğu gibi yine Kıbrıs Türk halkının sesini ve bağımsızlık isteğini görmezden gelerek KKTC'yi tanımadı. Beş başat devletin hakim olduğu BMGK, KKTC'nin tanınmamasını talep eden bir karar daha yayınlayarak, BM'nin kuruluş değerleriyle çelişen bir karara daha imza atmış oldu.


Bugün, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, sadece anavatan Türkiye tarafından tanınıyor. Diğer devletler, hatta zamanında koloni olarak bağımsızlıklarını yitirip, de-kolonizasyon sürecinde zar zor bağımsızlıklarını kazanabilen devletler bile, belirli gerekçeleri bahane ederek KKTC'yi tanımamaktadırlar. Ancak, KKTC'nin ilanına karşı olan, "bakın ilan ettiniz de ne oldu? dünyaya tanıtabildiniz mi?" diyen kesimlerin, tarihsel anlamda nasıl bir hataya düştüklerini gelecek gösterecektir. Zira, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, bugün modern bir devlet olmanın bütün gereksinimlerini karşılayan (yani nüfus, toprak, egemenlik ve siyasi iktidar mekanizmalarına sahip) bağımsız bir devlettir. Doğu Akdeniz'de bir aktördür. Her devlet gibi uluslararası hukuk alanında reddedilemez ve devredilemez hakları vardır.


Bütün bu şartlar içinde, "Kıbrıs Cumhuriyeti" adını kullanarak kendince meşruiyet zemini kuran Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin ada hakkında tek söz söyleme mercii olmadığı gerçeği er ya da geç uluslararası kamuoyunun inkar edemeyeceği bir gerçek haline dönüşecektir.


Bugün KKTC'nin tanınmayacağı ve Kıbrıs Türkü'nün özgürlük ve bağımsızlığı için verdiği mücadelenin "boşa bir çaba" olduğu propagandasını yapan zihniyetlerin kara telkinlerine karşı Kıbrıs Türkünün bağımsızlık ve özgürlüğünün kolayca kazanılmadığı gerçeğini hatırımızda tutmak ve KKTC'nin Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'ın BM'de yaptığı aşağıdaki tarihi konuşmayı hatırlamak mecburiyetindeyiz:


"Kıbrıslı Türk otoritelerin bağımsız devletimizi deklare etmesinden rahatsız olduğunuzu söylediniz. Umarım aynı şekilde iki toplumlu bir devletin (ortak cumhuriyet) bir tarafının diğer tarafın haklarını 20 yıldır çalmasından, geri iade etmemesinden ve iade etme niyeti olmamasından da aynı derecede rahatsızsınızdır. Çünkü sizden tüm Kıbrıs'ın meşru devleti oldukları yönünde onay aldılar. (...) Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni geçersiz olarak kabul ediyorsunuz. Ben de diyorum ki, Çin'i 30 yıl boyunca yok saydınız. Doğu Almanya'yı 25 yıl yok saydınız. Ama bir önemi yok. Çünkü şimdi burada bizimle oturuyorlar ve onları saygıyla selamlıyorum. (...) Bizim egemenliğimizle, bizim bağımsızlığımızla, bizim özgürlüğümüzle. Onların (Rum tarafının) artık bunlara dokunmaya hakları yoktur! (Geçmişte) Ölen ve gömülen binlerce insanım vardır. Çünkü Enosis'e karşı çıktılar. Çünkü Makarios'un anayasaya aykırı idaresini kabul etmediler..."


Kıbrıs Sorununda Popülizme Kapılmamak:


Popülizm kavramının yaygın kullanışına dair eleştiriler var olsa da, popülist siyasetin genel olarak kabul gören kavramsallaştırılması, içeriğinde tezlerini doğrulayacak argümanlar bulunmayan bir siyasi ya da sosyal hareketin, toplumun geniş kitlelerinin duygularına ve isteklerine hitap edecek bir söylem tarzı benimseyerek, onları rasyonalite ile uyuşmayan söylem, yaklaşım ve davranışlara sevk etmesi olarak tanımlanabilir.


Yani popülist akımlar, genel karakteristik itibariyle bir konu hakkında akılcı, bilimsel ve detaylı inceleme yapmadan, o konu hakkında fikir ve söylem üreten, kitleleri de bu aslında irrasyonel olan fikir ve söylemlerle etkileyerek onları mobilize eden akım türleri olarak kabul edilebilir. Popülizmin de en tehlikeli yanı budur.


Bugün, sadece iç siyasi meselelerde değil, dış siyasete ilişkin meselelerde de popülist söylem ve eylemlerin revaçta olduğunu gözlemliyoruz. Aynısı Kıbrıs sorunu için de geçerli.


Kıbrıs sorunu'nun tarihsel gelişimini, sorunun ana etmenlerini analiz etmemiş bir çok kimsenin, kurumun veya siyasal hareketin Kıbrıs sorununa dair görüş beyan etmesinde bu egemen popülist anlayışın payı oldukça büyük. Annan Planı sürecinde "plana halk oylamasında "evet" dersek, Avrupa kapıları bize açılacak" söyleminin gerek Kıbrıs'taki gerekse Türkiye'deki basın tarafından kitlelere nasıl empoze edildiğini, halkta karşılıksız bir beklentinin nasıl yaratıldığını hep birlikte gördük. Ambargoların kalkmasından tutun da, ekonomik gelişmeye kadar bir çok alanda çeşitli vaatler veren çevrelerin, halk oylaması sonrası yine "hayır" diyenleri suçlamaya devam etmesi de aslında bu popülist siyasetin devamından başka bir şey değil. Kıbrıs'ta ve Türkiye'de, Kıbrıs sorununda federasyon değil de iki devletli çözümü savunanları "arkaik, statükocu, çağdışı" olarak nitelendiren belirli siyasi çevrelerin, sonraki süreçte ne tür siyasi manevralarla, hangi pozisyonlarda kendilerini konumlandırdıklarını hep birlikte gördük. Görmeye de devam ediyoruz.


Bu noktada Kemalistlerin Kıbrıs sorununu yorumlayış biçimi, sorunun neden-sonuç analizini yapabilen, Kıbrıs Türk Halkı'nın ve onun devleti olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin gelişimi için yapılması gerekenleri saptayan, çözüm üreten, barıştan yana olmakla beraber, Kıbrıs Türk halkının özgürlük ve bağımsızlığı ile KKTC'nin egemenliğini de öncelikli ve değişmez ilkeler olarak benimseyen bir anlayışı kendi içerisinde barındırmalıdır. Aksi halde , Türk ulusu için "ulusal bir dava" olan Kıbrıs meselesi hakkında söylem ve eylemde yalpalayan, kimi defa tökezleyen bir siyasi programla başarıya ulaşılmaz ve ulusal dava korunamaz. Bu bağlamda yapılması gereken, Kemalistlerin, Kıbrıs sorunu üzerine daha çok çalışma yapması, daha çok veri toplayıp bunları doğru bir metodoloji ile analiz etmesi, siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler disiplinlerinin bilimsel metotlarını kullanarak Kıbrıs Türk halkı'nın refahı, özgürlüğü ve bağımsızlığını korumak için teorik çalışmalar yaparak ve bu çalışmaların ürettiği verileri teorize ederek bu alanda kapsamlı bir Kıbrıs Politikası inşa etmesidir.


Emperyalizmin Kıbrıs Stratejisini Doğru Okumak:


Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Joe Biden, seçim kampanyasında yayınlamış olduğu bildirgede Kıbrıs sorununda federasyon'u çözüm olarak sunacağını ve daha etkin rol alacağını belirtti. Aslında bu Biden'ın ABD'deki Yunan lobisine, Yunanistan'a ve GKRY'e göz kırptı. Aslında söz konusu kişi Biden olunca, bu tepkiye şaşırmak anlamsız. Zira, kendisinin Türkiye ve Kıbrıs karnesi kırıklarla dolu.


Siyasete Delaware Eyaleti senatörü olarak başlayan Biden, senatoda görev yaptığı 36 yıl boyunca (1973-2009) Türkiye ve KKTC birçok karşıtı eylem ve kampanyanın içinde yer aldı. Bu kampanyalar, "Ermeni Soykırımı" iftirasının yasalaşması, Türkiye'ye yeniden silah ambargosu uygulanması (1987) vb. uygulamalardı. Ancak Biden'ın Türk tarafıyla en çok ters düştüğü konu Kıbrıs sorunu oldu.


Ekim 1999'da Başbakan Ecevit ve Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in katıldığı bir toplantıda, Türkiye'nin Kıbrıs'ta işgalci olduğunu, adadan çekilmesi halinde ABD'nin Türkiye'ye maddi destek verebileceğini, zira Türkiye'nin bu desteğe muhtaç olduğunu söyleyen dönemin Senato Dış İlişkiler Komisyonu üyesi, Biden'dan başkası değildi. Biden'ın Yunanistan ve GKRY'e karşı gösterdiği "hassasiyetin" ve Türk tarafına yönelik düşmanlığının perde arkasında, Delaware Senatörlüğü yaptığı dönem, eyalette etkili olan Yunan lobileriyle olan "fazlaca yakın" ilişkisinin etkili olduğu biliniyor. Biden, her ne kadar başkan seçildikten sonra Türkiye ile iyi ilişkiler kurmaya çalışacakları minvalinde mesajlar vermiş olsa da, bu mesajların gerçek olmadığı aşikar. Açık ve net şekilde Kıbrıs'ta KKTC'nin ve Türk askerinin varlığına karşı olan Biden yönetimi, Yunan-Rum ikilisi yanlısı politikasını devam ettireceğinin sinyallerini veriyor. Zira, ABD'nin Siyasi İlişkilerden Sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Victoria Nuland, ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi'nde "ABD'nin Türkiye Politikası" başlıklı oturumda yaptığı konuşmada, iki devletli çözüm modeline karşı olduğunu belirterek Amerikan emperyalizminin Kıbrıs'taki hedefini ve çabasını bir kez daha gösterdi. Yıllardır ülkeleri etnik, dinsel ve siyasi gerekçelerle paramparça etmek konusundaki "maharetini" gösteren Amerikan emperyalizminin, söz konusu Kıbrıs olduğunda adadaki iki toplumun federasyon çatısı altında birleşmesini istemesi neye işaret etmektedir?


ABD'nin geçmişteki hatalarından ders aldığına mı? Kıbrıs özelinde iki toplum arasındaki bir barışı değerli gördüğünü mü? Hayır. İkisi de değil. Bugün, Amerikan emperyalizminin Kıbrıs stratejisi ve politikasını şekillendiren yegane şey, emperyalist çıkarlarını temin edecek bir ortam yaratma arayışıdır. İki devletli çözümün gerçekleştiği bir Kıbrıs'ı kendi çıkarlarına uygun görmeyen Amerikan emperyalizminin Kıbrıs'ta federatif bir devlet inşa etme isteğinin yegane amacı, kendi çıkarlarını bölgede koruyacak bir Rum devletinin varlığına taraftar olmasından kaynaklıdır. GKRY lideri Anastasiadis'in 2021 Mayıs'ında Biden'a gönderdiği "özel mektup"ta "Kıbrıs sorununun çözüm çabalarında başrol oynamasını" istemesi, Anastasiadis'in Biden'a yaptığı bir jestten daha öte bir anlam ifade ediyor. "Kıbrıs sorununun çözüm çabalarını terk etmeyeceğim" sözleriyle, Kıbrıs'ta Amerikan emperyalizminin misyonunu üstlenmeye devam edeceğini belirten Biden'ın, Kıbrıs hakkında verdiği her beyanat ve attığı her adımı dikkatle takip etmek, sadece Amerikan emperyalizminin de değil Batı Emperyalizminin Kıbrıs stratejisini iyi okumak gerekiyor. Annan Halkoylaması sürecinde "evet derseniz, sizi tanırız." diyen, Türkiye'yle olan üyelik müzakerelerinde Kıbrıs'ı adeta bir "şantaj malzemesi" olarak kullanarak KKTC'nin ortadan kalkmasını, Türk askerinin adadan çekilmesini telkin eden, Türkiye'nin ve KKTC'nin çıkarları daha dahil olmak üzere bütün milli hak ve değerlerine karşı tutum izleyen Avrupa Birliği de "batı emperyalizminin siyasal örgütü" olarak faaliyet göstermektedir.


Bu noktada, Kıbrıs'ı bir "ulusal dava" olarak kabul eden Kemalizmin batı emperyalizminin hasmı olduğu gerçeğini, KKTC'nin Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'ın 2005'te Türkiye'de katıldığı bir konferansta söylediği şu sözleri hatırlamamız gerekiyor;


"AB açıkça, Kemalist düşünceden vazgeçin diyor"


İşte, Denktaş'ın da ifade ettiği bu gerçeğin ışığında, hem kendi düşüncemize hem de Kıbrıs davamıza sahip çıkmamızın ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Kemalizm'i savunmalıyız zira, hala büyük ve yoğun bir saldırı altında. Kıbrıs davamızı da savunmalıyız zira, zamanında Acheson planlarıyla Kıbrıs'ı Yunanistan'a vermeye kalkışan Amerikan emperyalizmi, yeni sözde "çözüm" önerilerini dikte etmeye çalışarak, Kıbrıs Türk halkının varlığı ve bağımsızlığına yönelik sistematik saldırılarını sürdürmeye devam edecektir.


Diplomasi, Barış ve Ulusal Dava:


Diplomasi kavramının anlamına ilişkin çeşitli tanımlar mevcuttur. Oxford sözlüğünde "diplomasi" kavramı farklı ülkeler arasındaki ilişkileri yönetme faaliyeti" olarak tanımlanmıştır. Encylopedia Brittanica'da ise "diplomasi" kavramına ilişkin yapılan tanımda "diyalog, müzakere ile ve benzeri önlemler yoluyla savaş veya şiddet yoluna başvurulmadan, yabancı hükümetlerin ve ulusların karar ve davranışlarını etkilemenin yerleşik yöntemi" ifadelerine yer verilmiştir.

Bu farklı ancak neticede aynı kapıya çıkan tanımlamalar ışığında ifade etmek gerekir ki, diplomasi, tarafların kendi aralarındaki bir sorunu cebir yolunu kullanmadan çözmesi ve bu çözüm için diyalog, müzakere vb. enstürmanları kullanmasıdır.


Kıbrıs Sorunu'nda ise 1968 yılında Beyrut'ta başlayan ve günümze gelen uzun bir müzakere geçmişi vardır. Bu toplumlararası müzakereler geçmişine dair yapılan çalışmalar incelendiğinde müzakerelerin hep belirli konularda tıkandığı görülür; idarenin Kıbrıs Türk ve Rum toplumu arasındaki paylaşımı. Zira, 1960 yılında ortak cumhuriyetin kurulmasının ardından, Rum tarafının Kıbrıs Türklerinin siyasi anlamda "fazlaca haklar elde ettiği"ne dair görüşü, önce anayasadaki 13 maddenin, yine anayasaya göre aykırı bir metodla tek taraflı olarak değiştirilidiğinin ilan edilmesine, akabinde de 1963 Aralık'ında başlayan sistematik saldırılarla, Kıbrıs Türkleri'nin imha edilmeye çalışılmasına yol açmıştır. Kanlı Noel'deki katliamlarda Rum liderliğinin rolü ayan beyan ortada iken olayları, Türklerin, ortak cumhuriyet devletine karşı çıkarmış olduğu bir isyan olarak lanse etmeye çalışması, Türklerle müzakere etmeye asla yanaşmaması, Kıbrıs Türkleri'nin de ortak devleti olduğu anayasaca belirtilen ortak cumhuriyetin bütün kurumlarının, bir "helen devleti kurumları" gibi çalışmaya başlaması, Kıbrıs Türklerinin yönetimden uzaklaşmasına ve Kıbrıs Türk Genel Komitesi'ni kurarak, Rumların baskın olduğu ve domine ettiği bir devlet idaresi yerine, kendi devlet idarelerini kurmayı tercih etmelerine yol açmıştır. Rum liderliği ise, Kıbrıs Türklerinin devlet mekanizmalarından çekilmelerini memnuniyetle karşılamış ve 1974 yılına kadar sözde "ortak cumhuriyet"in bütün kurumlarını kontrol etmişlerdir. (Açıkçası, Kıbrıs Cumhuriyeti yani ortak cumhuriyetin 1963'te patlak veren Kanlı Noel olayları ile sona erdiğini kabul etmek gerekir. Zira, Kanlı Noel olaylarından sonra Türkler ve Rumlar birbirlerinden kesin olarak ve keskin hatlarla ayrılmış ve iki toplumun ortak bir devlet çatısı altında yaşayamayacağı anlaşılmıştır. Rum tarafının bu noktadaki en büyük hatası, Türkleri idari, siyasi, sosyal ve ekonomik hayattan dışlayarak, onları yıldıracaklarını ve en nihayetinde Enosis'in gerçekleşmesi için bütün şartların olgunlaşmasıyla da Kıbrıs'ı Yunanistan'a iltihak ettireceklerini zannetmeleridir. 1974'e kadar olan gelişmelerde bu zannı taşıyan Rumlar, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı'nın başlamasından sonra da bu zanlarını terk etmemişlerdir. Harekatın birinci ve ikinci aşamaları arasında Cenevre'de yapılan konferansta Türk tarafının bir çok öneriyi masaya getirmesine karşın, Kıbrıs'ta iki toplumun barış içerisinde yaşaması için çözüm üretmeyi amaç edinmeyi sadece ve sadece I.harekatla adaya ayak basan Türk kuvvetlerinin adadan çekilmesini hedefleyen, Yunan-Rum ikilisi, bu önerilerin hepsini reddetmiş, bu durum neticesinde de harekatın II.devresi başlayarak, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin sınırlarını belirleyen hatta ulaşılmıştır.


Öte yandan bugün adada toplumlararası bir çatışma söz konusu değil. 1974 yılından beri adada neredeyse tek kurşun atılmadı. Ancak, iki toplum birbirleriyle barış içinde ve uyumlu halde yaşayacak hale gelmemiştir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, hala Kıbrıs Türk halkının varlığı, iradesini ve devletini tanımamakta, onun haklarını gasp etmek noktasında her türlü girişimde bulunmaktadır. 2004'te dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından hazırlanan ve kabul edilmesi halinde Kıbrıs Türk halkının haklarına onarılması imkansız hasarlar verecek olan Annan Planı'nın halk oylamasına gittiği süreçte Batı ülkeleri başta olmak üzere uluslararası kamuoyu, "eğer Kıbrıs Türkleri plana evet derse tanınmamışlığınız son bulur, ambargolar ortadan kalkar" demiş, ancak plana Rum tarafının yaklaşık %75 oy oranıyla "hayır", Türk tarafının ise yaklaşık %65 oy oranıyla "evet" demesine karşın, sözlerini tutmadıkları gibi Kıbrıs Türk halkını ambargolarla yıldırma politikalarını sürdürmeye ve Kıbrıs Türk halkının devleti olan KKTC'yi tanımamaya devam etmişlerdir.


Bütün bu şartlar altında ifade etmek gerekir ki, barış insanlık için en değerli kavramlardan biridir. İnsanlık savaşların varlığından ders almamışçasına her seferinde karşı karşıya gelip barışın önemi unutsa da barış, temelde ulusların kendi aralarındaki sorunları çözmek için izlemesi gereken en iyi yoldur. Bununla beraber, barış gibi kutsal bir kavram teslimiyetle, esir olmakla eş değer de değildir. Bugün, Kıbrıs Türklerine "barış planları" adı altında önerilen planların, teslimiyet ve esaretten başka bir şey vaat etmediği gerçeği ortada iken bu planlara rıza gösterilmesi "çözüm yolu" gözüyle bakılması mümkün değildir. Zira Kant'ın "Barış Üzerine" isimli eserinde de ifade ettiği üzere, "içerisinde gizlenmiş bir madde yer alan, gelecekte savaşa neden olabilecek bir antlaşma, barış sözleşmesi" olamaz. Kıbrıs Türk halkının özgürlüğü ve bağımsızlığı, diplomasi masalarında müzakere konusu edilebilecek gündem maddeleri değildir. Bu noktada "barış"tan dem vurup, Kıbrıs Türk halkının onurlu varoluş mücadelesini "Şoven-Milliyetçilik akımı" olmakla suçlayan çevrelerin hatırlaması gerekir ki, barış, sloganlarla değil düşünce ve eylemlerle savunulur.


İki Taraf Arasındaki Gerilimin Sorumluluğu Kimdedir?


Barış göreceli bir kavram değildir. Barışı gerçekten sağlayacak olan taraflar arasında adilane bir çatışmasızlık durumunun tesisi ve bu durumun tesisinin ardından taraflar arasında her türlü siyasi, ekonomik ve sosyal çatışmanın son bulmasıdır. Bugün, Uluslararası İlişkiler'de Savaş ve Barış çalışmalarında Barış kavramı iki dalda incelemektedir: Negatif Barış ve Pozitif Barış. Negatif barış temel anlamıyla taraflar arasında bir silahlı çatışma halinin olmaması anlamına gelir. Ancak siyasi, ekonomik ve sosyal çatışmaların varlığı bu tip hallerde var olabilir. Öte yandan Pozitif yani gerçek barış, taraflar arasındaki her türlü gerilim ve çatışmanın son bulması, tarafların siyasi, sosyal ve ekonomik anlamda birbirlerine zarar vermemesi anlamına gelir. Bu bağlamda Kıbrıs'ta 1974 Kıbrıs Barış Harekatı ile Negatif barış hali tesis edilmiştir. Şimdi, yapılması gereken bunu pozitif barış haline dönüştürmek, kalıcı barışı tesis etmektir. Ancak bu noktada da büyük sorumluluk, zamanında Enosis talebiyle adayı Yunan toprağı yapmaya çalışan, Kıbrıs Türk halkına yönelik insanlık dışı suçlara imza atan Rum toplumundadır.


Sonuç:

Bugün 1974 Kıbrıs Barış Hareketı ile tespit edilen sınırlar içinde, Kıbrıs Türkü'nün özgürlük ve bağımsızlığının simgesi olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, 38.yaşını kutluyor. Türlü ambargolara, siyasi ve ekonomik baskılara karşın, Kıbrıs Türkü hala ayakta, hala varoluş mücadelesi veriyor. Ancak bu varoluş mücadelesi, artık 1974 öncesinde olduğu gibi Yunan ve Rum namlusuna karşı verilmiyor. O devre 1974'le beraber geride kalmıştır. Eğer, GKRY, halen Kıbrıs Türklerinin teslim olmasını bekliyor ve bu teslimiyeti elde etmek adına siyasi, ekonomik ve sosyal baskılarını arttırıyorsa, bu noktada barıştan en son söz edebilecek taraf da kendileridir. Artık bugün mücadele başka bir alana evrilmiştir. Kıbrıs Türk Halkı kendi varoluş mücadelesini emperyalizmin Kıbrıs planlarına, uluslararası kamuoyunun baskılarına ve sindirme politikalarına karşı sürdürmek durumundadır. Kıbrıs Türk halkının özgür ve bağımsız bir toplum olarak dünyadaki toplumlar gibi saygı görmek adına, kendi toplumsal ve siyasi varlığını (devletini) korumak adına verdiği mücadele, Kemalistler için de ulusal bir davadır. Bu ulusal davaya sahip çıkmak, sadece ona destek verdiğini açıklamakla değil, fikirle, eylemle, Kıbrıs Türk halkı ve KKTC'nin şartlarını geliştirecek plan ve projeler üretmekle mümkündür. Artık Kıbrıs Türk halkının, sonuçsuz kalacağı önceden belli olan "federal çözüm" müzakereleriyle vakit kaybetmesi anlamsız hale gelmiştir. Bu noktada yapılması gereken şey, Kıbrıs'ta artık iki devletli çözümün tartışılması gerektiğini dünya kamuoyuna anlatılması ve bu noktadaki gerekçelerimiz açıkça ifade edilmesidir.


İçte ise KKTC'nin kendi siyasi sistemini güçlendirerek, her devlette var olan yapısal sorunlarını çözmesi, kendi iç ekonomisini yaratarak kendi kendine yeten bir ülke haline gelmesi, Doğu Akdeniz'de varolan bir aktör olduğunun bilinciyle, Mavi Vatan'ını koruma noktasında planlı ve kararlı bir tutum sergilemesi, bir ada ülkesi olarak "Denizcileşmeyi ulusal bir ideal" olarak kabul edip bu alanda kendisini geliştirmesi gerekmektedir. İşte bu noktada da Kemalistlere düşen görev, Kıbrıs Meselesi'ni sıradan bir dış politika meselesi olarak değil, ulusal bir dava olarak ele alıp, bu ulusal davaya katkı sağlayacak düşünsel çalışmalar yapmak, Kıbrıs Türklerinin Varoluş Mücadelesi ve KKTC'nin varlığının haklılığını daha yüksek sesle, daha güçlü bir şekilde dünyaya anlatmak, Kıbrıs davasında Türkiye'de ve Kıbrıs'ta ortaya çıkan sekter ve revizyonist görüşlere karşı, düşünsel bir mücadele yürütmek, bu alanda ulusal bir siyaset üretilmesine katkı sunmaktır.


Türk Sağı'nın Kıbrıs sorununda tarihi boyunca aldığı ikircikli tutum hala hafızalarda iken, (ANAP lideri Turgut Özal'ın KKTC'nin bağımsızlık ilanına kapalı kapılar ardından karşı çıkması, DYP-SHP Hükümeti'nin AB Gümrük Birliği'ne girmek şartıyla, GKRY ile AB arasındaki üyelik görüşmelerine rıza göstermesi, AKP döneminde Annan Planı'na destek verilmesi ve plana karşı çıkanlara "statükocu" damgası vurulması.) bu noktada Kıbrıs konusunda ulusal çıkarlarını önceleyen, Kıbrıs Türk halkının özgürlük ve bağımsızlığının simgesi olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni koruyup geliştirecek olan şey, Kemalizm'in ortaya koyacağı Kıbrıs vizyonudur.


Çünkü bizler, Kemalistler olarak bu görevi, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk ve onun düşüncelerinden, İngiliz Sömürge İdaresi'ne karşı direniş gösteren ve o dönem haklarında "Halkçılar" ifadesi kullanılan Kıbrıs'ın ilk Kemalistlerinden ve Kıbrıs Türk Varoluş Mücadelesi uğruna kanlarını ve canlarını feda eden kahramanlarımızdan miras alıyoruz.

İşte bu sebeple, Kıbrıs Türk Varoluş Mücadelesi'nin unutulmaz liderlerinden Dr.Fazıl Küçük'ün 1947'de Halkın Sesi Gazetesi'ndeki yazısında da ifade ettiği gibi yolumuz Kemalizm yoludur!




Referanslar:


Gözen, R. (2021). Uluslararası İlişkiler Teorileri. İletişim Yayınları. 2.Baskı


Balyemez,M.(2020). İngiliz Yönetimi Döneminde Kıbrıs Türklerinin Siyasi Örgütlenmeleri (1923-1960). TTK Yayınları. Ankara:


Beratlı,N. (2020). Kıbrıslı Türk Siyasi Tarihi. Kalkedon Yayınları. Lefkoşa 1.Baskı


Bozkurt,İ. (2015). Kıbrıs Türk Halkı'nın Siyaset Kurumu Üzerine. Zeytin Yayınları. Lefkoşa


Öksüz, F.A., Gürdallı,F.(2018). "Diplomasi tarihinin en uzun müzakere süreci. 3 Haziran 1968'de Beyrut'ta başladı". Kıbrıs Postası.


"ABD: Kıbrıs'ta İki Bağımsız Devletli Çözümü Reddediyoruz." - BBC News Türkçe - 21.07.2021


"Nikos Anastasiadis Kıbrıs Sorunu Hakkında ABD Başkanı Joe Biden'ın Müdahalesini İstedi" - Kıbrıs Postası - 19.05.2021


"Denktaş: Avrupa Kemalizmi istemiyor" - Milliyet Gazetesi - 12.4.2005


Kant, I. (2020). Ebedi Barış Üzerine. Fol Yayınları. Ankara:2020


Doğasal,D. (2020). Dr.Fazıl Küçük'ten Satır Araları. Dr.Fazıl Küçük Vakfı Yayınları. Lefkoşa: 2020. 2.Baskı





































 
 
 

Yorumlar


bottom of page