top of page

KIBRIS TÜRK TOPLUMUNUN UNUTULMAZ LİDERİ: DR.FAZIL KÜÇÜK (Söyleşi)

  • Yazarın fotoğrafı: Kemalist Kıbrıs
    Kemalist Kıbrıs
  • 4 Oca 2022
  • 11 dakikada okunur

Kemalist Kıbrıs dergisi olarak Kıbrıs Türk toplumunun unutulmaz lideri Dr.Fazıl Küçük hakkında oğlu Sayın Mehmet Küçük'le bir söyleşi gerçekleştirdik.


Söyleşiyi yapan: Ali ERGENDEDEOĞLU (ODTÜ KKK ADT)


A.E: Öncelikle sizi tanımak isteriz. Yaşamınızın ilk yıllarında Kıbrıs, oldukça zor dönemler geçirdi. Babanız Kıbrıs Türk Varoluş Mücadelesinin lideri olarak mücadele içerisindeydi. Siz o dönem neler yaşadınız? Adada neler yaşandı?


M.K: Ben 1948 yılında Lefkoşa'da doğdum. İlk çocukluk yıllarımı burada geçirdim. 1 Nisan 1955'te EOKA'nın kuruluşuyla adada çatışmalar başladı. Milli Mücadelemizin başlangıcı demiyorum zira bizim milli mücadelemiz aslında 1878 yılında Osmanlı'nın adadan ayrılarak yerine İngiliz idaresinin gelmesiyle başladı. Biz Kıbrıs Türkü olarak dilimizi, dinimizi, örf ve adetlerimizi ve ırkımızı koruyabilmek ve bu topraklarda özgür insanlar olarak yaşayabilmek için o yıldan itibaren mücadeleye başladık. 1931 yılındaki Enosis isyanı ve 1955 yılında Rumların EOKA'yı kurarak silahlanması ile mücadele derinleşti.


Bilahare 1960 yılında cumhuriyet (ortak cumhuriyet) kuruldu. O cumhuriyette cumhurbaşkanı Rum, muavini yani yardımcısı ise Türk'tü. Bunu şart koşan bir yasal düzenleme ile cumhuriyet kurulmuştu. Yani Makarios, Rumların temsilcisi olarak Cumhurbaşkanı oldu. Babam Dr.Fazıl Küçük de Türkleri temsilen Cumhurbaşkanı muavini oldu. Cumhurbaşkanı Muavini olduğu zaman şimdiki Cumhurbaşkanlığı konutuna taşınmıştı.


Ancak 1963 Kanlı Noel Olaylarından sonra ben, 1964 yılında tahsile gitmek üzere Kıbrıs'tan ayrıldım. 1971 yılında da tahsilimi tamamlayıp adaya döndüm. Ardından Dr.Fazıl Küçük'ün 1942 yılında kurmuş olduğu gazetenin yani Halkın Sesi Gazetesi'nin başına geçtim. O zamandan bu zamana yani yaklaşık 50 yıldır da bu gazetenin hem sahibi hem de yöneticisi olarak görevime devam ediyorum. İşletme okumuştum. İşletmede gazete ve matbaacılık sahasında uzmanlaştım ve 50 yıl sonra buralardayız. Aynı zamanda Dr.Fazıl Küçük Vakfı'nın mütevelli heyeti başkanıyım. Benden önce vakfın mütevelli heyeti başkanı annem Süheyla Küçük'tü. Ancak, maalesef kendisini yaklaşık 1 yıl önce 8 Haziran 2020 tarihinde kaybettik.


Ondan sonra vakfın mütevelli heyeti başkanlığı görevini ben üstlenmiş durumdayım.


A.E: Babanız Sayın Dr.Fazıl Küçük, Kıbrıs Türk halkı için hem siyasi hem de ulusal bir figür. Peki aile babası olarak Fazıl Küçük nasıl bir insandı? İşlerinden aile hayatına vakit bulabiliyor muydu? Yoksa sürekli mücadele sahasında olduğu için çok az mı zaman bulabiliyordu?

M.K: Çok az. Ben küçükken, babamın sürekli Ankara'ya giderdi. Devamlı olarak Ankara'ya giderdi. Onun amacı, Kıbrıs meselesini bir "milli dava" olarak Türk milletine kabul ettirmekti. Bu sebeple de devamlı olarak Ankara'ya giderdi. Oradaki yöneticilerle, idarecilerle, hükümetin başında olanlarla görüşmeye çalışırdı. İlk başlarda randevu bile alamadı. O süreçte kendisine Hürriyet Gazetesi'nin kurucusu ve sahibi Sedat Simavi yardım etti. Kıbrıs davasını Türk milletine anlatmaya çalıştılar. Hükümetten de bu davayı kendilerine anlatmak için randevu almaya çalıştılar. O dönemin Türkiye Dışişleri Bakanı tarafından kendilerine; "Orası Kıbrıs. Bir İngiliz Sömürgesidir. Bizim de İngilizlerle çok iyi, dostane ilişkilerimiz var. Bunu bozmak istemiyoruz. Varsa bir sorununuz buyurun Ankara'da İngiltere Büyükelçiliği var. Biz size yardımcı olalım. Oradan randevu aldırtalım. Siz gidin problemlerinizi onlara anlatın" denildi ve bunun üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde soru önergeleri verildi. "Kıbrıs meselesi ne olacak?" diye. Hükümet yetkilileri de "bizim Kıbrıs diye bir sorunumuz yok. Kıbrıs İngiltere'nin bir sömürgesidir" diyerek aynı cevabı verdiler. Ancak sonradan Dr.Küçük ve ekibi hükümet yetkililerinden randevu almayı başardılar. Görüştüler. O zaman Türkiye'de varolan Talebe Cemiyetlerindeki gençler bu uğraşlara katıldılar. Türkiye baştan başa dolaşıldı. Kıbrıs'taki durum ve Kıbrıs Türklerinin durumları ve mücadelesi anlatıldı. Neticede, Türkiye'deki hükümet, Kıbrıs meselesine sahip çıktı. Bizim Kıbrıslı Türkler olarak ilk ve en büyük zaferimiz odur. Çünkü, "Türk milleti sahip çıktıktan sonra hangi hükümet gelirse gelsin Kıbrıs'ı artık bırakamaz"dedik. Rahmetli babamın bu konudaki düşüncesi de şuydu; "bugünkü hükümet buradadır, yarın burada olmayabilir. Başka bir hükümet iş başına gelebilir. Ama Türk milleti her zaman bakidir. Türk Milleti Kıbrıs'ı bir "milli dava" olarak kabul ettikçe oradaki hükümetler de Kıbrıs davasına sahip çıkmak mecburiyetindedir". Bu düşünceyle Türkiye'nin çeşitli yerlerinde mitingler düzenlediler. Samsun'da, Ankara'da İstanbul'da... O zamana kadar ki en büyük mitinglerdi bunlar. Kıbrıs'a sahip çıkmak için "Ya Taksim ya ölüm" denilerek yola çıkıldı. Babam bu kadar mücadelenin arasında bize ne kadar vakit ayırabilirdi? Fazla vakit ayıramazdı. Zaten buradaki halk da, yalnızca bir "Müslüman cemaati" olarak kabul edilirdi. Türk olarak kabul edilmezdi. Öyle olduğu için, buradaki toplumu da buradaki halkı da Türk olarak birleştirmemiz gerekiyordu. Milli Mücadelede birlik olmamız gerekiyordu. Köylüsü, esnafı, öğretmeni aydını, memuru, işçisi... Onun için babam her zaman köylere giderdi. Köylerde halkı ikna etmeye çalışırdı. Köylerden babamı ziyarete gelenler mutlaka kapısını çalar, kahvaltısını bizde yaparlardı. Yahut da öğlen ya da akşam yemeğine gelirlerdi.


İşte bu sebeplerle ben babamla bir baba-oğul arasında olması gereken ilişkileri kuramadık. Olmadı... Kendisi de bunun farkındaydı. Bu duruma çok üzülüyordu.


Kendisi bize şöyle bir not bırakmıştı:


"Sevgili çocuklarım, belki sizi hayatta müreffeh edemedim. Refaha kavuşturamadım. Her babanın evladına gösterdiği şefkati gösteremedim. Sizleri tatil gününde haftada bir defa olsun alıp bir yerlere çıkamadım. Denizaşırı yerlere götüremedim. Benimle aynı masada ne öğlen ne akşam yemeği yiyebildiniz. Aynı evin içinde olan bizler, bazen birbirimizi 48 saatte görebildik. Hergün sabahın beşinden beri meşgalem, uğraşım ve ağır işler bana her şeyi unutturdu. Hatırlıyorum 1955-58 senelerinde birçok bayramı bile bir arada geçirememiştik. Çünkü ben EOKA canilerinin hücum ve melanetini, büyük kötülüğü karşısında ne yapabileceğimizi, ne tedbirler alacağımızı, anavatanımıza günü gününe bildirmek zorundaydım. Çünkü her şeyden evvel, Kıbrıs Türkünü düşünmek, onların can ve malını kurtarabilmek bana düşüyordu. İleride okuyacağınız satırlarla bir baba olarak neden sizinle gerektiği şekilde ilgilenemediğimi daha iyi anlayacak ve bana hak vereceksiniz."


A.E: Dr.Fazıl Küçük, Kıbrıs Türk Varoluş Mücadelesi'nde yıllardır önderlik yapmış bir isim. Peki Dr.Küçük, bu mücadeleye nasıl girdi? Onu önderliğe yükselten süreç nasıl gerçekleşti?


M.K: Şimdi kendisi hiçbir zaman Kıbrıs'tan kopmamış. Okuma yazma bilmeyen bir çiftçinin, köylünün 7 çocuğundan bir tanesi kendisi. Diğer kardeşleri ise - o zamanlar Kızlar zaten pek okutulmazdı. Lise de yoktu zaten - abisi ve diğer kardeşleri babasına çiftçilikte yardım ederek yaşamlarını sürdürüyorlardı.


Kendisinin ise tahsil görme arzusu vardı. Babasının cehaletinden, okuma-yazma bilmemesinden dolayı çok üzülüyordu. Bu sebeple genç yaşta İstanbul'a gitmiş. Orada İstiklal Lisesi'nde okumuş. Ondan sonra Avrupa'ya gitmek istiyor. O dönem İstanbul'dan Avrupa'ya giden öğrenciler var. Babam da tahsil için Almanya'ya gitmeyi tercih ediyor. Almanya'ya gittiğinde Türkiye'de kiliseden aldığı diploma kabul edilmiyor. Çok enteresandır. Onun lise diplomasını kabul etmeyen Almanya, 1962 yılında ona yani Dr.Fazıl Küçük'e "liyakat nişanı" vermiştir. Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Muavini olarak dönemin Almanya Cumhurbaşkanı'ndan alıyor nişanı. Bilirsiniz normalde Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanı Yardımcısına nişan vermez. Ama dönemin Alman Cumhurbaşkanı, Dr.Küçük'ün mücadelesine hayran kalıyor ve o nişanı babama veriyor. Nişan, hala Lefkoşa'daki Dr.Fazıl Küçük Müzesi'nde sergilenmektedir.


1931 yılında Dr.Fazıl Küçük tıp tahsili görmeye devam ederken, (daha mezun olmasına 6 sene var) Kıbrıs'ta 1931 Enosis İsyanı patlıyor. O isyanda sözde Rumlar, bağımsızlık talep ediyorlar. Ama tabi onların bağımsızlık dedikleri şey de Enosis. Yani Kıbrıs'ın Yunanistan'a bağlanması. Dr.Fazıl Küçük ise bu olaylardan rahatsız oluyor. O dönem Kavanin Meclisi'nde yer alan Türklerin yeteri kadar Enosis'le mücadele etmediklerini düşünüyor. O sebeple kendisi yazılar yazıp sürekli adaya yolluyor. 1937 yılında da okulunu bitirip adaya dönüyor. Buraya geldikten sonra da Kıbrıs Türk Varoluş Mücadelesine de tamamıyla dahil oluyor. O süreçte onun için en önemli olan şeylerden biri EVKAF. Yani Kıbrıs Vakıflar İdaresi. Zira o dönem Türk mallarının birçoğu, Vakıflar İdaresi denetimindeydi. Ancak idareyi de Türkler değil İngilizler yönetiyordu. Bilirsiniz o dönem Osmanlı idaresinden kalan büyük vakıflar var.


Mesela Maraş, olduğu gibi vakıf malıdır. Orada Rum malı yoktur. Ancak İngilizler o dönem malları hukuksuzca Rumlara dağıtıyorlar. Yani oradaki vakıf malı yağma edildi. Aslında Rumlarda Maraş'taki mülklerin kimlerin olduğunu bilmezdi. Babam zamanında Maraş'a gittiğinde mülkleri sorduğundaki oradaki Rumların "biz bilmeyiz. Birinindir" dediğini söylemişti. O dönem babam bu vakıf mallarının Rumlara haksızca devredilmesi konusunda İngiliz Sömürge İdaresi valisine gidiyor . Maraş'taki hukuksuz satışları anlatıyor. Vali "öyle bir şey yoktur" diyor. Babam üsteleyince de mülk devrini durduruyorlar. Tabi bugün Maraş bizim tarafta kaldı. Gündemdeki olaylara da değinmek gerekirse, aslında Maraş'ta biz kendi malımızı açıyoruz. Tabi vakıf malları satıldıktan sonra birçok kez el de değiştirdi. O yüzden Rum çıkıyor. "Ee ben burayı zamanında satın almıştım" diyor. İngiliz gitmiş ona tapu vermiş haksız satıştan sonra. Ama neticede vakıf malıdır orası. Yani Türk malıdır.


A.E: Babanızın İngiliz Sömürge İdaresi ile arasının kötü olduğu biliniyor. En gerilimli olay neydi sizce?


M.K: 1931 Enosis İsyanından sonra İngilizler adadaki kontrolü yoğunlaştırdılar. Ama sadece Rumlara karşı değil Türklere karşı da sertleştiler. Aslında haksız olarak. Zira, isyan eden Türkler değil, Rumlar o dönem. Ama İngilizler ayırt etmeden iki toplum üzerine baskı kurdular. 1942 yılına kadar sessiz olan, çok ses çıkarmayan ve hak da talep etmeyen bir Kıbrıs Türk Toplumu vardı. Ancak Söz Gazetesi'nde ve bazı Türk gazetelerinde Kıbrıs Türklerinin hakları konusunda az da olsa ses çıkarılmaya başlanmıştı. 1942'de ise Doktor Küçük, gazete çıkarmaya başladı ve daha önce yazdığı yazılardan daha sert tonda yazılar kaleme aldı. Tabi bu İngilizlerin hoşuna gitmedi. "Durup duruken şimdi Türklerden de eleştiriler başladı, istekler başladı" dediler. Vakıflar, Maarif (Eğitim işleri) vb. konulardaki Türk talepleri onları rahatsız etti. Tabii bu başlangıçtı. Yani Kıbrıs Türk Varoluş Mücadelesinin başlangıcıydı. Tabi bir nokta daha vardı ki; İngilizlerin diğer sömürgelerinde olduğu gibi Kıbrıs'ta da "böl ve yönet" politikası vardı. Bu politika çerçevesinde EOKA'nın saldırıları döneminde Türkleri, Rumlara karşı kullanmaya çalıştılar. Zira, Türklerin ciddi bir kısmı o dönem Rumca biliyordu. EOKA'cılar kim olduklarını nerede saklandıklarını biliyorlardı vs. Ancak Türkler bu plana kanmadı. Türklerin de İngilizlere karşı reaksiyon göstermesi, talepte bulunması ve sömürge idaresine eleştiri getirmesi, İngilizlerin çok rahatsız olmasına sebebiyet verdi.


A.E: Peki kendisinin sömürge idaresine bakışı neydi? "İngilizler gitsin Türkiye gelsin" düşüncesi var mıydı kafasında? Yoksa "bunlar nasıl olsa gitmez, bari Enosis'e engel olalım" mı diyordu?


M.K: İlk etapta Enosis'i engellemekti. Çünkü Rumlar "ilhak ve bağımsızlık" diyordu. İlhak Enosis'ti. Yani Yunanistan'a Kıbrıs'ın bağlanması idi.

Bağımsızlık da neticede aynı kapıya çıkıyordu. Yani İngilizler adadan gittikten sonra "bağımsızlık" adı altında Rumlar "biz bağımsız olduk" diyip İngilizlerin ardından Türkleri de adadan göndereceklerdi. Ya savaşarak göndereceklerdi veyahut da ekonomik baskılarla göndereceklerdi. Burada azınlık olarak yaşamaya mahkum edilecektik ve sonunda adadan ayrılmak zorunda kalacaktık. Böylece Enosis'in gerçekleştirilmesinin yolu tamamıyla açılmış olacaktı. Rumların amacı buydu. Bu sebeple Türklerin ilk büyük mitingi 1948 mitingiydi. Selimiye Camii Meydanı'nda yapılan mitingti. Şimdi ondan sonra Küçük şunu demişti: "Eğer İngilizler gidecekse, o zaman bu adanın sahibi olan Türkiye'nin (Osmanlı'nın ardılısı olarak) adayı alması lazımdı."


Tabi başlarda Türkiye'nin böyle bir talebi yok. Sınırları Atatürk tarafından çizilmiş, sınırları belli ve o sınırlardan dışarı çıkma niyeti yok. İngilizlerle bu konuda yani Kıbrıs konusunda çelişkiye düşüp mücadele etme gibi bir niyeti de yok. Onun için ilk etapta Kıbrıs'ın Yunanistan'a bağlanmasını engellemekti Küçük'ün amacı. Yani İngilizlere şunu dedik biz; "sen gideceksin. Ama Rumların dışında adada Türkler yani bizler de varız. Rumlar bizimle anlaşmaya yanaşmıyorlar. O zaman adayı taksim edelim" dedik. Yani Ya Taksim Ya Ölüm!


O dönem başka bir slogan daha vardı: "Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır!". Bu slogan adanın tamamının Türk idaresine girmesi tezine dayanıyordu. Ancak İngilizler buna yanaşmadı. Çünkü Yunanistan var, Amerika var ve diğer dış aktörler de var. Rumlar adada Türk nüfustan fazla o dönemde de. -Rumlar aslında Yunan değillerdir. Ortodoks kilisesine bağlı olan Doğu Akdeniz'deki topluluklardan biriydi. Bunlara baktığınızda Mısır'da da vardır. Suriye'de de vardır. Değişik yerlerde de vardır.- Ve Kıbrıs'ı tamamıyla Türkiye'ye bırakma niyetleri yoktur İngiltere'nin. Zira, o dönem Kıbrıs'taki nüfusun %30'u Türk, %70 Rum idi. Bu şartlar altında "Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır" tezi, "Ya Taksim ya ölüm!" e dönüştü. O zaman Türk tarafının taksim için Kıbrıs haritasında çizdiği çizgi, 1974 Kıbrıs Barış Harekatında çizilen çizgiyle aynıydı. Zaten barış harekatıyla da fiili olarak taksim gerçekleştirilmiş oldu. Ha şimdi ne oldu; 1958'de hatta 1955'te iki toplum bir araya gelseydi. "Arkadaşlar şimdi 1931'de isyan ettiniz. Bu adayı Yunanistan'a bağlamak istersiniz ama bu gerçekleşmez. Neticede İngiltere bir gün buradan ayrılacak. Ayrıldığı zaman bizler Türkler ve Rumlar olarak napacağız? Gelin bir hükümet kuralım denilseydi, hele EOKA devreye girmeden önce Rumlar, İngilizleri Türkleri öldürmeden önce, araya bir düşmanlık ve kin girmeden önce iki taraf da oturup, anlaşsaydı ve İngiliz Sömürge İdaresi'ne giderek "siz sömürgeleri bırakıyor gidiyorsunuz, burayı da günün sonunda bırakıp gideceksiniz. Biz iki toplum olarak böyle bir plan düşündük" denilseydi ve hem Yunanistan'ın hem Türkiye'nin onayını alıp, hiç kavga etmeden, kan dökülmeden bu sorun çözülebilirdi. Ama 1955'ten hele de 1963'ten sonra iki toplumun belirli şartlar altında adada yaşabilme imkanı doğdu. Nitekim, Barış Harekatından sonra da Rumlar iki bölgeliliği kabul ettiler. En önemlisi de 1974 Barış Harekatından sonra güneyde bir sürü Türk kaldı. Onlar köylerinde kaldı. Harekattan sonra yapılan nüfus takası ile her şey daha da belirlendi. İki taraf da nüfus takasını kabul etti. Rumlar güneye, Türkler ise kuzeye geçti. Böylece kuzeyde Türk toplumunun, güneyde ise Rum toplumunun yaşaması esasına varıldı. İki bölgelilik bu şekilde kabul edildi.


A.E: Babanızın 1960 yılında kurulan ortak cumhuriyetin yaşayacağına dair umudu var mıydı? Ortak Cumhuriyete dair görüşleri nelerdi?


M.K: Ortak cumhuriyet modeli, en iyi model değildi. Ama o şartlar altında olabileceğin en iyisiydi. Çünkü, Kıbrıs Türk toplumu ilk defa tanınmış oldu. Ortak cumhuriyet anayasasına göre %70-%30 esası getirildi. Cumhurbaşkanı Rum, yardımcısı ise Türk'tü. Bakanlar kurulu 7 Rum, 3 Türk'ten oluşacaktı. Bunlar anayasa metninde üzerine basa basa yazılmıştı. Ortak Cumhuriyetin ilanından sonra oluşturulacak Kıbrıs Ordusu'nda, Türkler ve Rumlar olacaktı. Dairelerde de Rumlar ve Türkler olacak, Polis idaresinin başında Rum olacak, jandarma gücünün başında Türk olacak. Artık biz Kıbrıs Türkleri olarak, burada eşit bir toplum olarak yaşayacaktık. Kim garanti etti bunu? Türkiye, Yunanistan ve İngiltere garanti etti. Nasıl garanti ettiler? Zaten İngilizlerin burada iki tane üssü var. Adaya antlaşmayla gelen Türk alayı ise 650, Yunan alayı ise 950'den askerden oluşacaktı.


Böylece Türk ordusu da yıllar sonra adaya ayak bastı. Ortak devletin garantörü olarak ve garanti antlaşmalarına bağlı olarak burada bulundular. Biz Türk toplumu olarak özgürlüğümüze kavuştuğumuz gibi ekonomik açıdan da gelişme gösterdik o üç yıllık süre içerisinde (1960-1963). Ondan önce doğru dürüst dükkanımız yoktu, ithalatçımız yoktu, sanayicimiz yoktu. Her şey Rumların kontrolünde idi. Tüm malları ithal eden Rumlardı. İmal eden Rumlardı. Her şeyi idare eden onlardı. İhracat eden onlardı. Yavaş yavaş o üç yıl içerisinde Türkler gelişmeye başladı. Zaten, bu Akritas Planı, daha sonraki yıllarda uygulanacaktı.



Ancak Türklerin bu kadar gelişme göstermesinden dolayı planın uygulanmasını öne aldılar ve 1963 yılında olaylar patlak verdi.


A.E: Babanızın 20 Temmuz 1974 günü Kıbrıs Barış Harekatının başladığını öğrendiğindeki ilk tepkisini hatırlıyor musunuz? Nasıl bir reaksiyon verdi?


M.K: Ben savaştaydım. 15 Temmuz 1974 Pazartesi günü, Rumların kendi aralarındaki çatışması başladığında mevzilere çağrıldık. Aynı gün içinde de mevziye gittik.


20 Temmuz'da Barış Harekatı başladı. O yüzden babamın ilk tepkisini bilmiyorum zira yanında değildim. Ama verdiği tepkiyi tahmin edebiliyorum. Yıllarca mücadelede yer aldı. 1931-1974 arası verilen bir mücadele... 43 yıllık bir mücadele ve bu mücadelenin meyvesi. Onun arzu ettiği, onun istediği şey. Kim bilir kaç defa rüyasını görmüştür.


A.E: Peki siz neler hissettiniz o an?


M.K: Muazzam bir şeydi. Çünkü biz imkan bakımından ezik taraftık. Ben hatırlarım, iki ay temel eğitim yaptık. Ben üç tane mermi attım o eğitimde. Herkes üç tane mermi attı. Yoktu. Yeterince mermimiz bile yoktu. Hiçbir şeyimiz yoktu. Derme çatma silahlar, birkaç tane bren, A-4, A-6, Makineli tüfek... hepsi bu... İmkanlar bakımından ezik olan toplum bizdik o ana kadar. Harekatın başladığını gördüğümüzde gözlerimizden yaşlar geliyordu. Bağırmaktan boğazımız kurumuştu. Göğe baktığınızda mantar gibi o paraşütler iner... Jetler, uçaklar, helikopterler... Muazzam bir histi. Yani o his anlatılamaz. O manzarayı görmek bambaşka bir şey. Biz 1963'te Kanlı Noel'deki çatışmalar esnasında 1 mermi atardık, 100 tane mermi gelirdi karşıdan ve kurşunların sesinden ateş açanın Türk mü Rum mu olduğu bilinirdi. "Tak" derdi ardından 100 tane mermi gelirdi. Ateş atanın Türk, karşılık verenin de Rum olduğunu anlardınız o seslerden. Yani onun için o harekatın başladığı gün muazzamdı. Hayata tekrardan dönmüştük.


A.E: Siz Lefkoşa'da mı çatıştınız?


M.K: Evet, Lefkoşa'da Dereboyu'ndaydık. 30.bölükteydim. Rumlarla aramızda sadece 45 metre vardı. Birbirimizin ne dediğini dahi duyardık.

A.E: Dr.Küçük'ün Atatürkçü Düşünce'ye (Kemalizm)'e bakışı nasıldı?


M.K: Atatürk'e çok büyük bir sevgi beslerdi. Kendisi İstanbul'da öğrenciyken Tarabya'da Atatürk'ü görme fırsatı da bulmuştu. Yani Atatürk döneminde Türkiye'de yaşamıştı babam. Türkiye'de neler olduğunu, Atatürk'ün neler yaptığını görmüştü. Ve tabi daha sonra İsviçre'ye gittiğinde Türkiye'de ne türlü gelişmeler olduğunu daha iyi görme fırsatı buldu.


Medeni Kanun'u, Alfabe devrimini, Şapka devrimini yani bütün devrimleri benimsedi. Onun devrimlerini harfiyen uyguladı. Kendisi de hep söylerdi; "Atatürk devrimlerini uygulamamız lazım". Çok büyük Atatürkçüydü.


A.E: Bildiğiniz üzere yaklaşık 15 yıl önce Kıbrıs'ta bir Annan Planı süreci yaşandı. Yapılan halk oylamasında Kıbrıs Türk tarafı %64,9 oranında "Evet" verdi. Rum tarafı ise %75 oranıyla "Hayır" dedi. Eğer babanız o süreci yaşasaydı tepkisi ne olurdu?


M.K: Tabi, bu planın detaylarına bakmak lazım. Orada bizim aleyhimize olan çok şey vardı. Rumların aleyhine olan bazı şeyler de vardı. Ancak, Kıbrıs Türk toplumu öyle bir şartlandırıldı ki, daha doğrusu inandırıldı ki; "siz Annan planına evet deyin, Avrupa kapısı açılacak" denildi. "Bu tanınmamışlığı ortadan kaldıracağız, sizi o veya bu şekilde tanıyacağız" denildi. Bu toplum da bunu diyenlere inanarak %65 civarında bir oyla "Evet" dedi. Ha fena mı oldu? Olmadı. Biz en azından uluslararası kuruluşun, BM gibi bir kuruluşun hazırladığı antlaşma taslağına biz evet dedik. "Biz antlaşma istiyoruz" dedik. Onlar da dediler ki "hayır, biz antlaşma istemiyoruz". Uluslararası kamuoyunun bizi ödüllendirip onları cezalandırması gerekirdi değil mi? Ama tam tersi oldu. Onlar ödüllendirilirken biz cezalandırıldık.


Onları Avrupa Birliği'ne aldılar. Birleşmiş Milletler'den Avrupa Birliği'nden gelip bizlere "siz merak etmeyin, yalnızca referanduma "evet" deyin, gerisini bize bırakın" sözleri yalan dolandı. Aldatmacaydı. Ha Rumlar da kabul etseydi planı ne olurdu? Bilemiyorum. Ama büyük bir toprak kaybedecektik. İnsanlar tekrardan göçmen durumuna düşeceklerdi. Üçüncü kez hem de. Düşünün birincisi 1963, ikincisi 1974'te diğeri de 2005'te.


A.E: Sizce Kıbrıs'taki bu durum, KKTC'nin tanınmaması ve ambargo süreci sonsuza kadar devam eder mi? Yoksa bu sona erecek bir durum, bir geçiş evresi mi?


M.K: Ambargoların sona ermesi zor. Ama ambargo derken neyi kast ettiğinize de bağlı. Bence ambargo fiilen yok. Ekonomik anlamda bugün istediğiniz malınızı istediğiniz yerden ithal edebiliyorsunuz. Ha ihraç ederken aynı şekilde ihraç edebilirsiniz. Mesela geçen aylarda gündeme gelen Kıbrıs'a özgü Hellim peyniri'nin ihracatı meselesi. Rumlar da biz de ihraç ederken aynı kıstaslara uymak mecburiyetindeyiz. Şimdi asıl mesele bir gemi doğrudan Gazimağusa'ya gelir mi? Şimdi şöyle düşünelim: Uzak Doğu'dan gelen bir mal sizce Gazimağusa Limanı'na uğrar mı? O tankerleri dolduracak ne yakıt getirebilirsiniz ne de alet getirebilirsiniz adaya. Ha Mersin üzerinden gelirken bir maliyet artışı var. Orası doğru. Ancak bunlar teknik konular. Havaalanımızı da tanımıyorlar. Ama şöyle düşünün; siz ABD'den kaldırdığınız bir Airbus uçakla bir uçak dolu turisti Kıbrıs'a getirebilir misiniz? Bu bir sorudur. Bugün bölgenin en büyük transit havaalanı İstanbul Havaalanı'dır. Birçok bölgeye uçuş düzenleniyor oradan. Bizim havaalanımız da dahil. Ha ulaşım maliyetleri ve süresi artar mı? Artabilir. Ama bunlar büyük engeller değildir bence. Bu sebeple ambargonun KKTC için büyük bir sorun olduğu kanaatinde değilim.


.




 
 
 

Yorumlar


bottom of page